SOGANLI KÖYÜ

CERKEZLERDE AT KULTURU



Cerkeslerin geçmisteki yasamlarinda at çok önemli bir varlik olmustur. Öyle ki iyi bir ati çalmak, ona bir sekilde sahip olmak, her nasilsa ayip sayilan bir durum olmamistir. Atlarla ilgili bilgi birikimleri asagida verilmistir.

·   Goe: Ala ( Tanin al rengi) ; Sikar: Yagiz ( Siyah) ; Psegoel: Kir ( Beyaz) ; Tzegopli: Doru ( Açik kestane) ;Goapse: Kula (Kir, al, doru karisimi renk) ; Sisxonte : Demir Kir, Üveyik Kir; …………… : Kestane Dorusu .

·   Kulanin yele, kuyruk siyah olursa makbuldür.

·   Kir taslikta gidemez.

·   Yagiz yokusta gidemez, kesilir.

·   Doru her yerde gider, kesilmez.

·   Al alinmaz, makbul degildir, ugursuz sayilir.

·   Yagiz göz alici, parlak oldugu için satisa iyi gelir.

·   Kir besiye iyi gelir, top gibi olur.

·   Binilecek en makbul at dorudur. En güzel, kibar, terbiyeli at dorudur.

·   Kula yele ve kuyrugu siyah olursa dayanikli olur.

·   Makbul atin kafasi etli degil kuru, kulaklari esek kulagi gibi
degil sipsivri, burnu ince, delikleri büyük olmali. Dudak sarkik olmamali.
Yasli ana taylarinin dudaklari sarkik, göz üzeri çukurluklari büyük olur.

·   Sagri ( Kuyruk bel arasi) katir sagrisi ( Omurga kemiginin
disariya çikintililigi) olmayacak.

·   Katir tirnagi olmayacak. Katir tirnaginin ucu asagiya, dikine oldugu için yokus yukari iyi tirmanir. Atin hizli kosabilmesi için tirnaginin ucu asagiya, dikine degil de yayvan olmasi gerekir.

·   Atin gögsü geliskin olmalidir. Erkeklerin gögsü daha geliskindir.

·   Omuz üstü sagridan daha asagida olmamali.

·   Boynu ince olmali.

·   Boynun iki yaninda kil spirallenmesi olmasi makbuldür.

·   Atin dört ayak tirnagi da çarpik, çurpuk olmadan, öne bakmali.

·   Yem torbasini islatmayan at makbuldür.

·   At çok hassas dudakli olup yemin içerisindeki minik tas parçaciklarini bile kolaylikla kenara itebilir.

·   Iyi atin apis arasi genis olur.

·   Kuyrugunu kaldirip dübüre (Kuyruk altina) yumrugu oturtunca rahat sigmali.

·   Dümen (Kuyruk) egri olmamali.

·   Tirnak, diz arasinin uzun olmasi kosu için makbuldür.

·   Tepe göz olanlar (Kafayi dik tutanlar) bastigi yeri göremeyecegi için makbul degildir.

·   Kantarmayi (Dizginin agizdaki demirini) kemiren atlar serttir ve makbuldür.Bunlar cigerli ve azimlidir. Ilk binildiginde kirbaça gerek olmadan firlar giderler.

·   Kaburgalari kus kanadi gibi açik, yani gögüs kafesi genis olanlari makbuldür.

·   Titiz atlar et tutmaz. Çabuk kesilir ve kosuda basarisizdirlar.

·   Kalipli atlar pek kosamazlar. Kosu ati kalibinin biraz ince olmasi gerekir.

·   Iyi at kafayi ileri geri sallamadan, kuyrugu asagiya salmadan kosar.

At; insanoğlunun evcilleştiremediği ilk hayvanlardan. Bu soylu ve sadık hayvanın zoolojideki bilimsel adı latincede “Equus Caballus” dur. Dünyanın bir çok yöresinde, eski uygarlıkların başlangıcından beri, insanoğlunun en önemli yardımcısı, savaş aracı, tarım aracı,ulaşım aracı, et kaynağı, süt kaynağı, içki hammaddesi kaynağı olarak sayısız işlevi olmuştur.

M.Ö.II.Bininci yıla kadar Mezopotamya’ da atın tanınmadığı, Ortadoğu ve Akdeniz Dünyasına kuzeyden Karadeniz Kıyılarından, Kuzey steplerinden ve özellikle Kafkasya’dan geldiği ve burada ilk at yetiştiricisi kavmin Kafkasya ile irtibatlı Hurriler olduğu bugün artık bilinmektedir(Gezgin Prjevalski).

At Mısır’a Hiksos’lar tarafından götürülmüştür. Hiksos’ların Mısır’dan ayrılmasından sonra Mısırlıların arabalarına yeniden eşek koşmaya başladıkları bilinmektedir. At kültürü Kafkasya’ da antik Kuban kültürü ile yaşıttır, hatta daha da eskilere uzanmaktadır. Sind-Meod, Bosfor-Kimmerien, Alan ve Sarmat mezar kalıntılarında, sahipleri ile birlikte gömülen atlar, bu mezarlarda bulunan at kültürüne ilişkin eşyalar bu tarihin en güzel kalıntılarıdır.

Poseidon kültü ile ilişkisi dolayısıyla at, eski Grek dünyasında büyük saygı görürdü. Korinth Oyunları Poseidon Hippios’ a adanmıştı. Her yıl güz döneminde atlar, Apollon’un savaş arabalarına yeni koşum atları sağlamak amacıyla denize atılırdı. Bazı atların tanrısal soydan geldiğine inanılırdı. İliada’ da, Boreas’tan doğmuş atlardan söz edilmektedir.(1) Akhilleus’ un atları ise Harpigi ve Zephiros’ tan doğmuş kabul edilirdi. Antik Yunan’da çok bilinen bir öykü vardır; Ünlü kanatlı at Pegasos, Helikon Dağında Musa’ ların kutsal koruluğunda ayağını yere vurunca bir su fışkırır, Hippokrene denilen bu kutsal pınarın çevresine toplanan ilham perileri Musa’ lar ezgiler söyleyip hora teperlermiş. Pınarın suyu ozanları esinlermiş.(2)

Pegasos motifini Maykop kültüründe de görmekteyiz. Proto-Çerkes uygarlığı bu ünlü kanatlı atı uzun yüzyıllar şiirlerinde, destanlarında, masallarında, günlük kullandığı eşyalarda yaşatmıştır.(3) Atı olmayan bir Nart kahramanı düşünülemez. Hele Sosrıkua gibi, Abrıtskıl gibi baş kahramanların kişilikleri atları ile bütünleşmiştir. Denizaltı Tanrıçası’nın (Psıtıhaguaşe), Pıce ve Pızğaş kardeşlere denizin derinliklerinden çıkararak verdiği Aygır’ ın soyundan gelen Sosrıkua’ nın atı Tığujey (Abhazcada Bzow) kanatlı bir attır. Bir sıçrayışta Oşhamahue (Elbruz) tepelerine konar. Abhaz mitoloji kahramanı Abrıtskil’ in atı da aynı derecede ünlüdür. Abrıtskil’ in tanrılar tarafından kapatıldığı mağarada sahibini kurtarmak için, onun bağlandığı zincirleri koparmak için binlerce yıl zincirleri kemirip dururmuş. (4)

Kuzey Kafkasya’ da at o denli halkın yaşamına girmiştir ki, kimi zaman “atlı=şıwu” (Adığe şivelerinde), “çıuğ” (Abazaca) sözcüğü “adam” ya da “erkek” sözcüklerinin yerine kullanılır olmuştur.

Kafkasya’ ya ilk gidişim 1978 yılında idi. O zaman yol boyu karşımıza çıkan yaylalar, ovalar dolusu yılkıları anımsıyorum. Hayran olduğum bu güzelim atları konu alan romanlar da okumuştum. Hatta bu romanlardan ünlü Adığeyli yazar Çeraşe Tembot’ un “Şapsığ Pşaşe=Şapsığ Kızı” sinde “Abuk Atı”, “Jereştı Atı”, “Şevlokh Atı” gibi cinslerin varlığından da söz ediliyordu. Sırası gelmişken bu romanın tatsız bir anısını da yansıtmak istiyorum. Çeraşe Tembot’ un çok hoşuma giden bu romanını Karaçay-Çerkes Bölgesi yazarlarından rahmetli Huran Şahımbiy Adığece’ den Kuzey Abazaca’sına çevirmişti. Ben de Adığece orijinal baskısı ile Abazaca çevirisini birlikte kullanarak Türkçe’ ye çevirmeye çalışıyordum. 12 Eylül olayından hemen sonrası idi. Bir gece kitabın son formasının çevirisini bitirmiştim ki, sabaha karşı saat üçte kapım çalındı, içeriye dalan bir silahlı tim gözlerimi bağlayarak beni bilmediğim bir yerlere götürdü. Arada kitabın Adığece orijinali, Abazaca nüshası ve tüm çevirilerim, sözlüğüm götürüldü. Bu belgelere bir daha ulaşamadım. Şimdilerde bile üzülerek anımsarım.

Sözden söze atlayarak nerelere geldik, Sayın Okurum kusura bakmasın. Evet, Çerkes atlarından söz ediyorduk. Bu güzel ve kutsal atlara kaç yıl sonra, Çerkes Sürgünü’ nün 130. Yılında , sürgünde atalarımızın geçtiği yolları aşarken gördük. Nalçık’ tan hareketle Anadolu üzerinden Ürdün’ ün başkenti Amman’ a gittiler, atalarımızın uğradığı felakete aynen uğradılar, hem de bir iki yıl içerisinde. Şu anda bu atların dağıtıldığını ve yok edildiğini üzülerek öğrenmiş bulunuyorum.

Çerkes atları Kafkasya dışında Uzunyayla’ da da yaşatılmıştır. Hem de 1970 li yılların başına dek. Biz Uzunyayla çocukları gözümüzü atlarla açtık, kaç kuşak atlarla büyüdük. Çocukluk anılarım arabalara, dövenlere, pulluklara koşulan, gelin arabalarını süsleyen, düğünlerde, şölenlerde yarışan, şığacegu müziği ile sıraya girip terbiyeli sirk atları gibi danseden , çevik delikanlıların kızlardan mendil almak için tırmandıkları merdivenlere çıkan, gelin arabalarının üzerine dikilen örtüyü (Guışhateypkhua) kapıp kaçmaya çalışan delikanlıların altında köpük köpük kabarıp, burunlarından buhar fışkırarak koşan atlarla doludur. Al’ ı, Doru’ su, Kır’ ı,Yağız’ ı ... ama hepsinin üzerinde ince meşinlerle süslenmiş keçelerin ve gümüş savatlı Çerkes eğerlerinin parladığı atlara bırakın binmeyi, bakmaya bile doyamazdık.

Atlar bu halleri ile, yani eğitilmiş bir biçimde kapımızın önüne gelmiyordu elbet. Binek çağına gelen taylar genellikle, bahara doğru karların gevşemeye başladığı, güney rüzgarlarının bahar kokularını getirdiği günlerde eğitilirlerdi. Başına bir yular geçirilen tay, gevşemeye başlamış kalın kar yığınının içerisinde uzun süre oynatılırdı. İyice yorgun düşürüldükten sonra sırtına hafif bir keçe konulur, bu hali ile yine kara sürülürdü. Üzerinde keçe taşımaya alışan taya bu kez hafif ve çevik bir çocuk bindirilirdi. Tay böylece yeniden kara sürülürdü. Bu aşamalardan sonra taya eğer vurma sırası gelirdi.

Atlar yaşlarına ve cinslerine göre isimlendirilirdi; Köyümde kullanılan Abazaca at isimlerini saymadan geçemeyeceğim;


Çıc’ıs =tay

Nabğuş=bir yaşındaki tay (Khabardeyce Nabğaf)

Kunan=üç yaşındaki erkek

Dunan=üç yaşındaki dişi (kısrak)

Ç’an= kısrak

Xek’ua=aygır

Atlar Don’ larına (renklerine) göre de isimlendirilirlerdi.

Çarakhsa=Doru

Pakhu=kestane

K’ara=siyah

Laraj=kır

Yade’ua=demir kırı

Ğua=al


Günlük işlerde kullanılan, ya da binek olan atların dışında kalanlar, özellikle damızlık kısraklar, aygırlar ve taylar Yılkı’ nın içerisinde özgürce, dağ, bayır otlayıp dolaşırlardı. Yılkı beslemek,Yılkı gütmek başlıbaşına bir meslek, çok özveri ve beceri isteyen, bir iş sayılırdı. Yılkı çobanlığı ise bir o kadar daha zor ve yiğitlik isterdi. Yılkı çobanlığı bir bakıma bir zenaat sayılırdı. Geceler boyu uyumadan, at üzerinde dere tepe dolaşmak, sürüyü izlemek, zifiri karanlıkta, yar, uçurum, kurt saldırısı gibi tehlikelere karşı hayvanları korumak, doğuran atlara, körpe taylara yardımcı olmak büyük bilgi birikimini ve güçlü olmayı gerektirirdi. Anımsadığım en eski yılkı çobanı, bir öyküme de konu olan yüzyıllık Khuda idi. Khuda’ nın yılkı çobanlığı yılları çok gerilerde kalmış, ben o yıllara yetişemedim. Ancak, uzun yıllar bu işi yapan Hamid Khaxu’ u anmadan geçemeyeceğim. Ona Hamid Çıkuın (Küçük Hamid) de derlerdi, fakat bana hiç de küçük görünmezdi. Kayzer Wilhelm’ vari burulmuş kırmızı bıyıkları, kızıl çilli yüzüne kaldıramayacağı kadar bir ciddiyet verirdi. Binici pantolonu, safari kesimli ceketi, mahmuzlu parlak çizmeleri ile kısa boyuna karşın belleğimde çok iri yapılı, gösterişli bir görünüm yer almıştır.

Yılkı karların erimesi ve otların yeşermesi ile köyden ayrılırdı. Dağlarda, vadilerde geceler boyu otlayan hayvanlar, gündüz kuşluk vakti, her zaman toplandıkları yere yönelirlerdi. Daire şeklinde toplanan sürünün tam ortasında taylar, daha genç atlar yer alırdı. Anaç kısraklar ile aygırlar dairenin dış yüzünü oluşturacak biçimde, başları çemberin içerisinde, arka ayakları tehlikelere karşı çifte savuracak şekilde dairenin dışında sıkı sıkıya yerleşerek at vücudundan bir duvar oluştururlardı. Bu şekilde bekleşen yılkıya dışarıdan yaklaşan kötü niyetli insan ya da hayvanın vay haline. Yüzlerce çifteden oluşan bu savunma duvarının yanında Maginot hattına kim gereksinim duyardı.

Bu düzen içerisindeki bekleyiş havanın serinlediği ikindi vaktine dek sürerdi. Güneş batı ufkuna yaklaşırken daire çözülür ve atlar yavaş yavaş otlayarak uzaklaşırlardı. Bu süre içerisinde evinde uyuyarak dinlenen yılkı çobanı, atını hazırlar, azık heybesini, sarılarak şekillendirilmiş kemendini (Arkhan) ve bükerek rulo haline getirdiği yamçısını, tüfeğini eğerine ve terkiye bağlayarak yerleştirirdi. Yamçı deyince hep iç çekerim. Çocukluğumda büyüyüp giymek istediğim yamçı’ ya duyduğum heves kadar hiçbir giysiye arzu duymamışımdır. Biniciyi yekpare ve daha bir heybetli gösteren bu dış giysi, Karagöl koyununun o kızılımsı siyah yününden yapılırdı. Bildiğim kadarı ile iki tür yamçı yapılırdı; Birincisi biniciler içindi, at üzerinde bu uzun giysiyi giyen binicinin bacakları, ayaklarına kadar örtülür, kardan, yaştan, yağmurdan, soğuktan korunurdu. Daha kısa olan yamçıları ise araba ile yolculuk edenler ve araba sürücüleri giyerdi. Arabalardan inip koşum hayvanlarına yol göstermek gerektiğinden ya da arabanın yanı sıra yürümeyi gerektiren hallerde ayaklara dolaşmasın diye...(6)

Yaz başlarında, yılkının içinde kalan damgalanmamış genç atları ve tayları damgalamak, tırnaklarını kesip bakımdan geçirmek, yarası olanları tımar etmek gibi nedenlerle yılkı belli bir günde köye getirilirdi. Yılkının köye gireceği gün at ayağı altında kalmamaları için kuzu, kedi, köpek, tavuk gibi hayvanlar kapatılırdı. Çocukların dışarı çıkmasına izin verilmez ya da, duvar gibi, sundurma gibi, dam gibi yüksek yerlerden atların geliş ve gidişini izleme izni verilirdi. O hızlı at sürüsünün tozu dumana katarak köye girişi ne görkemli olurdu. Hiçbir Western’ i izlerken köyümdeki o muhteşem görünümü yakalayamadım. Gök gürler gibi, şimşek gibi dar sokaklara giren sürü, Huy, Hey ünlemleri arasında yönlendirilerek büyük taş avlulara, yüksek duvarların arasına kapatılırdı. Avluların kapıları uzun, ağaç kalaslarla örtülürdü. İlgilenilmesi gereken her at, arkhan denilen at kılından örme uzun kementlerle yakalanırdı. Bu yakalamalar kement atma, isabet ettirme yarışlarına dönüşürdü, kim daha çok at yakaladı, kim en azgın aygırı yakaladı, günlerce söylenirdi. Avlunun köşesinde yakılan ateş yığınının içerisinde kızaran her ailenin damgası, o aileye ait taylar yakalandıkça ateşin içerisinden alınıp tayın sağrısına bastırılırdı, kişneyen, zıplayan tayların gürültüsü ile tüy ve et yanığı kokusu birbirine karışırdı. Tırnağı düzeltilen, yarası tımar edilen, yelesi ve kuyruğu düzeltilen, yabani bir görünüm kazanan tüyleri kırpılan atlar, kemendin ve yuların bağımlılığından kurtuldukça zıplayarak, kişneyerek sürünün beklediği tarafa koşardı.

Bu tür imeceler bayram gibi, festival gibi renkli, eğlenceli ve coşkulu geçerdi. Yaşamında büyük yeri olan atlarla haşır neşir olan köyümün insanları bu tür damgalama ve bakım günlerine özen gösterirlerdi. İşler bittikten sonra herkes yaş grubuna göre, sosyal mevkiine ya da misafir oluşuna göre belirlenmiş sofralara davet edilir, o gün için kesilen koyunlardan, ya da başka hayvan etlerinden oluşan Çerkes yemekleri ile süslü sofralarda, belli bir seremoniye katılan görevliler gibi bekleşirlerdi. Thamade’ nin yaptığı Huahua ile yemeğe başlarlar, güle, şakalaşa yerlerdi.

Akşam üzeri bakımdan geçirilmiş sürü aynı gürültüyü çıkararak köyden kırlara doğru uzaklaşırken imeceye katılan herkes mutlu bir yorgunluk içerisinde evinin yolunu tutardı. Kışın bu sürüler genelde köyün içerisinde dolaşırdı. Koyun sürülerine karlar üzerinde öbek öbek verilen kuru otlardan arta kalanları toplarlar, ya da ayrıca beslenirlerdi. Kış süresince uzayan ve yapağı gibi kalınlaşan tüyleri Uzunyayla’ nın dondurucu soğuğunda bu atları korurdu.

Çocukluğumda kimi atlara özel ilgi duymuşumdur. Devlet memuru olan babam memurluğunun yanı sıra Hayvancılıkla da uğraşırdı. Maaşını çocuk yardımı olarak aldığı paranın benim hisseme rastlayan kısmını biriktirmiş, bu birikim ile bana demir kırı bir tay almıştı. Yelesi ve kuyruğu beyaz olan bu sevimli tay, çok güçlü, çok gösterişli bir aygır olmuştu. Ben ona çayırdaki otların en güzellerini, en yumuşaklarını toplayarak yedirirdim. Bu at üç veya dört yaşına geldiğinde elimden çıkmıştı, bu kaybı uzun yıllar ta yüreğimde bir acı olarak hissettim. Neden elimden çıktığını da anlatayım. At Uzunyayla halkı için önemli bir geçim kaynağı idi. O zamanlar orduda ata hala gereksinim duyulurdu. Süvari birlikleri ile top çekimi için her bahar ordu at satın alırdı, ya da bir nevi kamulaştırırdı. Anlatılanlara göre Ordu’ nun at gereksinimini büyük ölçüde bölgemiz karşılarmış. At seçmeye gelen ordu mensupları Mayıs-Haziran aylarında çıkagelirlerdi. Bunların gelişi “Miri geldi, Miri geldi” diye ağızdan ağıza herkese duyurulurdu. İşte böyle bir günde yılkımız köye getirilmiş, yine bir taş avluya kapatılmıştı. Kementler atılarak yakalanan atların yüksekliği, boyu, göğsü subaylarca ölçülüyor ve beğenilenlerin tırnağına numaralar damgalanıyordu. Ne kadar çok at beğenilirse o kadar gelir gelecek demekti. Bu işler devam ederken, yılkıdan ayrı, içeride tavlada yem yiyen benim sevgili atım çok yakınında kokusunu aldığı atların yanına gidebilmek için kişneyerek tepiniyordu. O kadar çok gürültü çıkarmış olacak ki, askeri heyetin başkanı olan binbaşının dikkatini çekti, “Binbaşı Nail” adlı bu subay babama dönerek,

“_ Mazhar Bey, yabanilerin dışında da atlarınız var galiba, neden onları göstermiyorsun?” demişti.

Babam da ev sahibi olmanın gerektirdiği nezaketle heyeti tavlaya götürmüştü, ben de atımı beğenmelerinden duyacağım çocukça gurur ve “Ya onu da alırlarsa” endişesi karışımı bir ruh hali içerisinde arkalarından sürüklendiğimi anımsıyorum. Tabi benim atım çok övgü almıştı, ancak o övgü dışında ayağına numara da damgalanmıştı, artık devletin malı idi. Babam ne kadar ricada bulundu ise de, ne kadar “Çocuğun atı satılık değil” dedi ise de askeri heyetin direnişi ağır basmış ve sevgili atım seçilen diğer atlarla birlikte jandarmalar denetiminde uzaklaşıp gitmişti. Günlerce gizli gizli ağladım. Çocuk dünyam, kaldıramayacağım bir sıkıntıyla kararmıştı. Üzüntümü giderebilmem, atımı unutabilmem için beni anneannemin yanına, dayımlara yolladılar.

Aradan iki ay gibi bir süre geçmişti, Ağustos ortalarıydı, bir sabah henüz alacakaranlıkta kapımızın çok şiddetli şekilde dövülmesiyle hepimiz uyandık, bu kapı dövmeden ziyade tekmelemeyi andırıyordu. Hepimiz kapıya koştuk. Babam biraz da endişeli bir şekilde, yavaşça kapıyı araladığında, karşımızda sevinçten, keyiften yerleri tırmalayan sevgili atımla karşılaşmayalım mı? Şaşkınlıktan ve sevinçten ne yapacağımı bilemiyordum. Güzel atım, bir çamur deryasına, o güzelim beyaz yelesi ve kuyruğu kıpkızıl çamurlara bulanmış ve kurumuştu. Onu el birliği ile yıkayıp temizledik, götürüp yerine bağladık. Önüne yiyecek taze otlar yığdık. Annem babama yalvarıyordu “ Bedelini iade et, bu uğurlu at bu evde kalsın” diye. Babamsa üzüntü içerisinde konuşuyordu. “Olur mu? O şimdi devlet malıdır, akşam olmadan jandarmalar çıkagelir diyordu. Babamın söyledikleri aynen gerçekleşti, öğleden sonra gelen bir jandarma timi onu sıkı sıkıya bağlayarak büyük reo’ ya bindirdiler ve uzaklaşarak gittiler. Zavallı atım jandarmalardan öğrendiğimize göre, Gaziantep’ in Araban ilçesiyle Adıyaman’ ın Besni ilçesi aralarında bir yerlerde birliğinden kaçmış, dağlar, ırmaklar aşarak evine geri dönmüştü.

Aradan yıllar geçmişti, ben üniversite öğrencisiydim. Uzun bir süre köye gidememiştim. Bu yıllarda ordunun giderek motorize olması, atlı birliklerinin kaldırılması Uzunyayla at üreticilerini kötü etkiliyordu. Çok hızlı çoğalan ve satın alınamayan atlar dağı taşı kaplamış, koyun ve sığır sürülerinin otlaklarını daraltmış hatta tahrip eder hale gelmişti. Bu sırada, bir yabancı firma, yanılmıyorsam bir Fransız firması peydah olmuş, bu at sürülerine talip olmuştu. At sahibi herkes bir iki binek atı dışında bütün atlarını çok düşük bir bedelle elden çıkartmak zorunda kaldılar, satın alınan atların İskenderun Limanı’ na, oradan da Fransa’ ya gemi ile götürülmek üzere Şarkışla Garı’ ndan vagonlara bindirilişi hem at sahipleri hem de zavallı atlar için bir işkence halini almıştı. Vagonlardan ürken, binmek istemeyen o güzelim atların itilip kakılması, acı içinde kişnemeleri, herkesin gözlerini yaşartmıştı. Başlarını uzatarak kişneyen atların uzaklaşması çok hazindi. Çerkes kültürünün çok önemli bir motifi halktan kopmuş uzaklaşıyordu. Tıpkı diğer kültür güzelliklerimizin yok oluşu gibi.

Garın at yüklenen rampasına yavaşça çöktüm, uzaklaşan katarın arkasından hıçkırarak inledim. Dudaklarımdan isyanla sözler dökülmüştü.

“_VE ATLAR DA GİTTİ........”

bugün 17573 ziyaretçikişi burdaydı!
' Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol